Aşağıda okuyacağınız hikâyeleri belki de birkaç kez dinlemişsinizdir. Halk arasında çok anlatılır. Hikâye de olsa, fıkra da olsa, masal da olsa, okuduklarımızdan ders çıkarmayı bilirsek, kazançlıyız demektir.

Ha, siz bu hikâyeleri okuyunca, sakın ola ki bir yerlere çekmeyin, akıl almaz yorumlarda bulunmayın! Çünkü, bu hikayeleri, laf olsun torba dolsun diye yazdım. Siyasetle de alakası yok, başka unsurlarla da…

Maksat muhabbet idi.

*

Senelerdir o diyardan bu diyara, sıcak soğuk demeden, kar yağmur dinlemeden yük taşıyan, çölün kavurucu sıcağında bile yorulmadan sahibine hizmet eden ve yüzünü kara çıkartmayan deve yaşlanmış ve bir gün ihtiyarlığını ileri sürerek patronundan azad edilmesini istemiş.

Bunları yaparken, hep bir şeye çok bozulurmuş ama belli etmezmiş.

‘Vakit geldi, artık çöl sıcaklarında gidip gelmenin anlamı yok!’ diye düşünmüş ve  kervan sahibinden affını istemiş. Kervan sahibi bu sadık, tecrübeli devenin emekliye ayrılmasına gönlü razı olmayarak, “Seni aç bırakmadım, susuz bırakmadım, üstelik de en dayanıklı deve sendin kervan içinde. Gel vazgeç, gitme!” demiş.

Deve ayrılmaya kararlı. “Biliyorum, senelerdir senin kervanda çalıştım, hakkımı ödedin, aç ve susuz bıraktığını söyleyemem. Ama yeter, buraya kadar!” demiş.

Kervan sahibi baktı olacak değil, “Peki…”  demiş. Birikmiş alacaklarını ödemiş, sarılmışlar, öpüşmüşler, fakat bir şeyi söylemeden de yapamamış; “Dediğin gibi olsun ama hakkını helal et!”

Yaşlı ve tecrübeli deve, “Kusura bakma, hakkımı helal edemem!” diye cevap verince, kervan sahibi şaşırmış. Daha önce söylediklerini, yaptığı iyilikleri tekrarlamış.

Tekrarlamış ama nafile, yaşlı deveyi ikna etmesi zor; sonunda patronuna; “Allah razı olsun! Senden incinmedim. Ama senelerdir bizi şu uyuz eşeğin arkasında götürdün, onu kervanbaşı yaptın ya, o zoruma giderdi. O bakımdan sana hakkımı helal edemem!” deyivermiş.

*

Aç gözlü, tamah ve kıskanç adam, arıcılık yapan komşusunun arı kovanları bitişiğine bir kovan da kendisi koymuş. Koymuş ama kovana koyacak arı bulamamış. Sonunda bir topal arı bulmuş, kovana yerleştirmiş.

Hasetlik, kıskançlık ve aç gözlülük o kadar gözünü bürümüş ki, gece olduğunda komşusunun arı kovanlarına gider, kovanlardan çaldığı balları ertesi günü pazarda satarmış.

Satarmış ve iyi de kazanırmış. Kendi kovanındaki topal arının bal yaptığı yok nasıl olsa. İşin kolayını bulmuş, komşunun arı kovanlarına dadanıp, çalarmış sürekli.

Topal arı aradan epey zaman geçince, kovandan bile çıkamaz olmuş. Gidip de çiçeklerden, doğadan beslenemez hale gelmiş. Çünkü, çıkardığı sesle, zayıf da olsa vızıltı ile çok sayıda kovanı olan komşusunu inandırırmış.

Baktı olmayacak, hasis adam kovanın ucuna gelmiş, topal arıya seslenmiş; “Gözünü seveyim arada bir-iki de olsa vızılda da, komşu farkına varmasın. Senin çalıştığını, bal yaptığını sansın. Yoksa başkalarının balını çalıp satamaz hale geleceğim!” demiş.

*

Ha, bir de hikâye yazarı Ömer Seyfettin’in ‘diyet’ adlı hikâyesi var ama yazılacak, yazı uzadı, onu da bir başka güne bırakırım.

Hani şu çalıştığı kasap dükkânında, ustasına diyetini ödemek için aldığı satırla kolunu kesip ustasına uzatan ve “Al kolumu, ver diyetimi…” diyen çırağın öyküsü.

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol