Öyle bir zamanda, öyle bir şehirde yaşıyoruz ki, sussan satıldı, aklını ve kalemini kiraya verdi diyorlar, susmasan, yazsan, eleştirsen, büyük harflerle konuşsan, ya abonelik alamadı, ya reklam, ya da ilan…
İlk suçlama, itham bu olur.
Senelerdir yazılan, konuşulan bir deyim var, şu; ‘susma, sustukça sıra sana gelir!’
Bir diğeri, ‘Gerçekler, doğrular karşısında susan, yazmayan, konuşmayan dilsiz şeytandır!’
Hadi bakalım, kaldık mı iki derede, bir arada. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali, vatandaşa, özellikle siyasilere, bilumum başkanlara yazı beğendiremiyorsun. Kimisi görünce surat sallandırıyor, kimisi telefonda çemkiriyor, kimileri de nazik bir dille uyarıyor, ‘yazmışsın ama, doğrusu, gerçeği şu…’ diye açıklık getiriyor.
Ha, bizim birilerine yazı beğendirmek gibi kaygımız, telaşımız, hevesimiz de yok, biline!
*
Bakın, bu meseleye dair kıymetli meslektaşımız Mustafa Alyaz ne kadar güzel tespitlerde bulunmuş;
“Gazeteci, susmayı seçerse kim konuşacak?
Doğru soruları sormak sadece bir meslek değil, aynı zamanda bir sorumluluktur. Ancak bu sorumluluk yerine getirilmediğinde, sessizliğin bedelini bir şehir öder.
Yolsuzluklar konuşulmaz, sorunlar görünmez olur, hakikat karanlıkta kaybolur.
Peki ya susan gazeteci, kime hizmet eder? Hakikate mi, yoksa sessizlikten beslenenlere mi?
Unutmayın, bir şehirde gazetecilik susarsa, o şehrin geleceği de susar. Soruları soranlar sustuğunda, bedelini hepimiz öderiz. Şu an ödediğimiz gibi!”
Hadi bakalım, cevap hakkınızı kullanın, bu yoruma yorum getirin!
*
Şeytan bizden uzak olsun!
Dilsiz şeytan olmak gibi bir hevesimiz olmayınca, bize şeytanları taşlamak düşüyor. Bunun için kutsal topraklara gitmeye gerek yok desem Mekke ve Medine’ye saygısızlık olacak, ama öyle bir niyetimiz yok, elinize ister büyük, ister küçük taşlar alın, taşlayacak o kadar çok siyasetçi, bürokrat, başkan ve gazeteci bulacaksınız ki, ismini versem şaşırıp kalacaksınız!
Ama değemez bazıları, taşa yazık, taş atan kollarınız yorulur, onlara yazık!
*
Bizim gelenin keyfi için geçmişe, bu şehrin değerlerine, geleneklerine, başarılı işadamlarına, STK kanaat önderlerine, gazetecilerine, bilumum başkanlarına saygısızlık etmek gibi niyetimiz yok!
Ancak seçilen veya atanan her kim, kimler ise, oturduğu koltuğun hakkını veremiyorsa, vatandaşın yaşamını kolaylaştırma adına adımlar atmıyorsa, toplumda karşılığı yoksa, üstelik de kişisel çıkarlarını ön plana çıkarıp ‘hep bana, hep bana!’ diyorsa, eh o zaman eleştirmek boynumuzun borcu haline geliyor ki, kimse de bizi bu zevkten, sorumluluktan alıkoyamaz!
Çünkü seçilmişlerden beklenti her zaman büyük olmuştur. Bürokrat hadi neyse, görev süresi dolduğunda çeker gider, emanetçi sayar kendini, bir yerde devleti temsil ediyordur, fakat onların da bu şehre, insanlara vefa, hizmet borcu vardır, onlar da o borcu son kuruşuna kadar ödemek zorundadırlar.
*
Özetle, artık enerji içeceği mi alırsınız, ne alırsanız alın bilemem de, biraz kımıldayın, hareket edin ve toparlanın!
Depremden çıkmış, acıları taze insanların umudu, geleceği, yarını olun!
Ve de kimse bize, ‘sus, sakın konuşma!’ demesin!