Karıncayı incitmeyen insanlık çok gerilerde, eskilerde kaldı. Ülkemiz, tertemiz. Sokak lambalarının altında heykel gibi duran gençlerin gözleri komşu pencerede olurken, aralanmış perdelerden bakan bir çift gözün hayalinin ömre bedel olduğunu gençliğini yaşayanlar, aşk denen illete düşenler daha iyi bilirler.
Seneler önce, birini tanırım, anlatmıştı; sevdiği, gönül verdiği kızı pencereden seyretmekle yetiniyordu. Dalmıştı, sigara paketini açtı, kibriti çaktı, o kadar gözlerini ayıramıyordu ki kızdan, farkına varmadan sigarayı yaktıktan sonra kibriti ağzına, sigarayı yere atmış ancak kızın alaycı gülüşlerinden kurtulamamıştı.
Çünkü kızın yüreğindeki heyecana, radyoda çalan bir şarkı veya bir plak ortak olurdu önceleri. İstekler istenir, heyecanlanır, duygu seline kapılır ve derin derin ‘aaaaah, ah!’ çekilirdi.
Ya da hatıra defterine yazılan, karalanan bir şiir, bir iki güzel sözcük. Kızın aklı başından gider, oğlan mutluluktan havalara uçardı.
*
Parayla saadet olmuyordu. Şarkıları vardı dinlenen, filmleri vardı seyredilen. Büyük sevdaların önüne geçilemezken, para mutluluk getirmiyordu.
Siyah beyaz filmler bunu çok anlatırdı bize. Şarkılar da, siyah beyaz filmler de gariplerden, sevdalılardan yanaydı. O zamanlar, yani eskiden mahalleler iliklerine kadar namuslu, kızlar-erkekler düzeyli aşka inanırlarken, aşklar ömürlüktü, uzun solukluydu.
Şimdikiler şıpsevdi, gelip geçici heves düşkünü.
Ne olduysa 1980’den sonra oldu. Televizyonlar topluma darbe yapmanın çamurlu postalını giyince, evlerimizin için zehirle sarmaşıklar doladı.
Para bütün aşkları ezdi geçti, teknoloji masum kalplere kalleşlik yaptı, kadın kesmek, tavuk kesmekten daha kolay hale geldi. Çünkü o zamanlar ne teknoloji vardı hayatımızda, ne de düzeyli ilişki icat edilmemişti. Televizyon dizileri zibidi kaynıyor.
Zibidilik siyasete de bulaşınca, hiçbir şeyin tadı tuzu kalmadı.