İnsan olarak peşin hükümlü olmayı, önyargılı hareket etmeyi, kişileri dinlemeden idam sehpasına götürmeyi ve onu vicdanlarımızda cezalandırmayı seviyoruz.
Ruhumuza, kanımıza işlemiş bu.
Anadolu’nun sessiz kasabalarından birinde, kendi halinde yaşayan bir kişi varmış. Sadece evi ve çevresiyle ilgilendiği için, kasaba halkının hepsi bu kişi hakkında olumsuz fikir taşırmış.
Ahalinin en çok kafaya taktığı iki konu varmış.
Gündoğumuyla birlikte evden çıkıp, mahallenin bakkalındaki bütün içkileri alıp eve taşırmış. Güne başlayan komşular, çuval-çuval içki taşıyan adam hakkında demediklerini bırakmaz, ‘alkolik’ en hafif yakıştırma olurmuş. Ama adam ortak hayatı paylaştığı komşularının çok kızacağı başka bir şey daha yapıyormuş. Etrafta ne kadar hayat kadını varsa toplayıp evine götürüyormuş. Haliyle dedikodu da ayyuka çıkmış.
Fitneler artmış, mahallenin namus bekçisi kesilen biri kahvede öne fırlamış, “Ona burayı dar edeceğim!” demiş.
Büyük bir kalabalık, adamın evine dayanmış. Herkesin elinde topa, taş ve bıçak… Kendi halinde yaşayan birine karşı abartılı bir operasyon girişimi…
*
Kasaba halkını toplayan bıçkın adam, evin kapısına ilk darbeyi indirmiş. Arkasından kalabalık içeri dalmış. Birkaç saniye sonra büyük bir sessizlik kaplamış ortalığı. Hergün evine çuval çuval içki ve hayat kadını getiren hedefteki adam evin bahçesinde cansız bir şekilde yatıyor ve sarışın bir kız da kimselerin duyamadığı hıçkırıklarla ağlıyor.
Kasaba halkı şaşırmış gördüğü manzara karşısında. Ne beklerken, ne bulmuşlar. Kadına, “Ne oldu burada, niye ağlıyorsun. Sonra bu adam için ağlanır mı, günahkârın teki o, ağlamaya, üzülmeye değmez ki…” demişler.
Gözlerinden süzülen yaşı silen genç kız, “Siz ne diyorsunuz Allah aşkına!” diye çıkışmış kalabalığa ve arakasından eklemiş; “O her sabah, herkesten önce kalkar, bütün içkileri toplar, sonra da evin tuvaletine tek tek boşaltırdı. Kimsenin içki içmesini istemediği için yapardı bunu. Ama bununla da yetinmez, çevrede ne kadar hayat kadını varsa, her gün davet eder, yedirir içirir, gün boyu burada tutardı. Elini bile sürmeden gönderir, paramızı da verirdi. Böyle biri için ağlanmaz mı?”
*
Bu anlattığım hikâyenin yandaş basın yakıştırması ile ne alakası var diye soracaksınız. Anlatacağım, sabredin biraz!
Maraş’ta baron’ların emrinden ve sözünden çıkamayacak sözde liderler, yerel yöneticiler var. O kimseler, nefes alacak olsa, baron’ların iznini ve onayını alırdı. Bu alışkanlık sürüyor. Ahırdağı’ndan bir üflesinler, yeter!
Unutmayın, karşıdaki güç sizi insan yerine bile koymazdı çoğu zaman. Bazıları için bizler sadece hammadde pazarı idik, satıp kasaya koyduğumuzu da gelip elimizden alırlardı zaten!
Bizim için, yaşamamızın, hayatta kalabilmemizin tek yolu, baron’lar kadar zeki olmamak, aklı unutmak ve kurdukları senaryolara sadece seyirci kalabilmektir!
Bunları yaparsanız, sizden iyisi yok memlekette!
*
Bizim için yandaş basın etiketi çıkarttılar. Boynumuza astılar! Oysa kimse kimseyi kandırmasın, Ankara’ya yakın görünüp, karşı tarafa hizmet eden o kadar çok adam var ki memlekette!
Bize gelecek olursak, birbirine benzemeyenlerin aynı çatı altında toplandığını göreceksiniz. Karşı kutupların aynı merkeze hizmet ettiğini görünce, operasyonların bu kadar rahat nasıl yapılabildiğini daha iyi anlayacaksınız.
Lafı uzatmak istemiyorum, milli basın ayağı yok, o çoktan çöktü, sizlere ömür.
Şimdi varsa yoksa yandaş basın!
Lakin kazanacaksak, ayakta duracaksak, yaşayacaksak, tek yürek olmak şart! Mecburen!
Son olarak; siz siz olun, hiç kimse için erken konuşmayın, önyargılı davranmayın ve peşin hükümlü olmayın!
Yanılan, üzülen siz olursunuz! Üstelik de bedelini ağır ödersiniz!