banner1524

“Koro halinde konuşan tek sesli bir toplum nereye gidebilir. Kamplar halinde yaşayan, diğerini öteki halinde görüp, sürekli kuşkulanan… Sorgulayan ve sorgulanmayı hakaret sayan… Ve sırf bu yüzden, resmi korolar arasında inanılmaza bir sağırlığa düşen… O sağırlığın sığlığında tükenen… Kibrin kükrediği yerden, mantığın tükendiği yere, kendi kalabalığının ve kabalığının heykellerin diken…

Avazı çıktığı kadar bağıran ama öteki için sesi çıkmayan bir gırtlak! Alfabesi marşlardan oluşan, portreleri afiş, dizeleri slogan halinde bir toplum. Ne yaratabilir, nasıl çoğalabilir. Olsa olsa rengini kaybetmiş. Albino halinde bir bukalemun. Uzanıp suyunu içtiği o yaprağın rengine bile kör.”

*

Yukarıdaki satırlar bana ait değil. 3 Ağustos tarihli Hürriyet’te Fatih Çekirge yazmış.

Bakıyorum, dikkat ediyorum, yalnızlıktan kaçar bir halimiz var. Aynalara gelince dargın, kendi siluetlerimize tapınıyoruz adeta. En haklı kim, en büyük kim, sorduğumuz soru bu! Hiç el sıkışmadan sürekli bilek güreşi yaptığımız için, el bilekten, bilek elden habersiz kalabalıklara tapındığımız için, yalnızlıklar aynı zamanda iç bükey sorulara açıldığı için, kendimizden korkup, o kalabalıklara kaçıyoruz ya, kabayız belki bu yüzden!

*

Gazetecinin görevi soru sormaktır. Emin olun, siyasetçi bile bundan korkuyor. Cevabını vermekten çekindiği çetrefilli sorular için olsa gerek, içeri doğru açılan sorular ürküntü veriyor olmalı ki, cevap verirken de kelimeler dili arasında dolanıp duruyor, kekeliyorlar. Alt tarafı bir evet, ya da hayır! Hepsi bu iken, aynaya bakmaktan korktukları için, vicdan nöbetleri de zayıf olunca, okulu asan çocuklar gibi, ilk ders yerine vicdanlarımızı asıyoruz aslında.

Yazdığımızda, övgüler sıraladığımızda arayıp teşekkür etmek yok! Kabalıkları kalabalıklar aramsında kayboluyor. Ne zaman ki iğnenin ucu kadar iki sivri kelime girdi içine, feveran başlıyor! Ya tehdit, ya mahkeme ile zorluyor seni.

Sanki çok da umurunda gazeteci milletinin!

Bak, şurada hata var, ya da yalan söylüyorsun desen, sanki ağzından çıkan ilahi kelam, vay sene misin bunu diyen, edem çok dürüst ya, edemin ağzından bal damlıyor ya, edem bulunmaz Hind kumaşı ya, edem doğruluk timsali ya, isyan noktasına varıyor.

Naftalın kokulu beylik ve bildik cümleler konuyor önüne.

Sanki yiyen varmış gibi…

*

Samimi davranmak, dürüst olmak, ilkeli duruş sergilemek, sadece sözde kalmış. Herkes  yanında taşıdığı bir değil, birkaç maske ile dolaşıyor. Nerede ve kime kısmet olursa, ya da uygun zemin ve zamanda…

Lafa gelince, dürüstlüğü, doğruluğu ve inancı kimseye kaptırmıyor, seni, ötekini ayrıştırıp, cübbelerini eski çamaşırlar gibi balkonlara asıyor. Kimi farklı, ya da kendisine aykırı gelen bir şey söylese, diğeri dinlemek için inancın röntgenini istiyor birilerinden. Kamplara bölündük ya, ayrıştık, yolları ayırdık ya, bir kampın diğerini dinlemesi için, temiz kâğıdı olarak vicdanın ultrasyonu bekleniyor.

*

Mezarlıktan geçerken korkardık eskiden. Bize öyle öğrettiler. Islık çalın diye uyardılar. Çocuklar gibiydik o vakitler. Şimdi mezarlıktan geçerken ıslık çalan çocuklardan farkımız yok, niye derseniz, herkes kendi inancının haritasını, ötekinin define sandığına gizlemek istiyor.

Güven, samimiyet, dürüstlük karneyle dağıtılacak olsa, nefret sebil, ‘ballı mayam’ diye yutturacaklar neredeyse…

Yazı buraya kadar. Okudunuz, siz, ötekiler, berikiler, ne anladınız bilemem de, tabi hangi kampa göre tercüme edileceği belli olmadığı için, soruyorsunuz: “Ne diyon lan ede!”

Ki ben, nefreti tanıdıktan sonra, öfkeyi sindirmiş bir hiç’im.

Sadece bir hiç…

 

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol

banner1527