Buna benzer başlıktaki yazıyı kaleme alan Vatan Gazetesi yazarı Sanem Altan’a teşekkür etmem lazım.
Bir özeleştiride bulunmuş, gazeteciliği yerel yönetici veya siyasetçilerle bir araya getirmiş, bu üçgen içinde yaptığı değerlendirmede, gazetecilerin yalakalık konusunda işin cılkını çıkarttıklarına işaret ederek, bunlara ‘dur!’ denilmesini istemiş.
Alıntılar yaparak bu meseleye değinecek olursam;
Bazen düşünüyorum da, kim daha korkak!
Diyeceksiniz ki, ne alaka, bu da nereden çıktı?
Anlatayım.
Bizi yönetenlerin suladığı çamuru alıp eline yüzüne bulaştıranlar mı daha korkak, ya da kurnaz, ya da kim daha güçsüz aslında!
Mantıksızlıklarını bildikleri halde, onurlarını hiçe sayarak Ankara siyasetinin parçası olanlar mı, yoksa o siyaseti ülkeye demokrasi diye yutturmaya çalışanlar mı, bilemedim, tahmin dahi yürütemedim.
Bazı insanların, kendini gazeteci kisvesi altında yutturmaya çalışan şarlatanların yazılarını okuyunca, bu soruları sormamak imkânsız görünüyor. Sahte savaşlar, sahte kızgınlıklar, sahte onurlarla gerçekleri kaçırmak… Kaçırıyorlar işte…
*
İnsan merak ediyor işte, elinde olmadan ve soruyor! Hangi ve neden gerçeklerden kaçıyorsunuz? Sorunun şeklini ve yönünü değiştireyim isterseniz; hangi menfaat, yani çıkar ilişkileri size gerçeklere karşı kör ediyor!
Başkalarını gammazlayarak mı, sitelere sahte isimlerle alakasız bilgi ve belgeleri sızdırmakla mı, birilerine yamanarak birilerini çamur deryasında boğulmaya mecbur ve mahkûm etmek mi niyetiniz! Nedene gerçeklere karşı uyuşmak için damarınıza sahte kızgınlıklar enjekte ediyorsunuz. Neden bilerek, isteyerek bir körlüğün parçası olup zavallılaşıyorsunuz, sonra da çıkıp ortaya “ben gazeteciyim!” diyorsunuz utanmadan!
*
Sevdiğim bir söz var, “asalet zorlayıcıdır”
Çünkü gerçekten zordur bir beladan geçerken, çıkarlarımız, duygularımız, geleceğimiz ağır bir şekilde yaralanmışken, ismimizi, onurumuzu korumak için gerçekleri söyleyebilmek bir erdem ise, ki öyle, biraz delikanlı olun! Kendi adıma yazıyorum, yarın bir gün bu meslek biter, gazetecilik nikahımıza kıyılmadı, o zaman ne yapacağız! Trabzon Bulvarında alnımız ak gezebilecek miyiz, arkamızdan anamıza avradımıza sövdürecek miyiz!
Yaralanmışken, mimlenmişken, omurgasızlığınız tescillenmiş iken, gülümseyerek, hiçbir şey olmamış gibi davranabilecek, insan içine çıkabilecek misiniz?
Bilinmeli ki, geleceğimiz için geçmişi satmak insan olana, delikanlı olana yakışmaz!
*
Farkında mısınız bilemem de, utanma duygusu bizde hiç gelişmemiş bir sanat gibi adeta. Bu sanatı ile övünenler de var üstelik! Marifetmiş gibi, etiketmiş gibi, bitmeyecek, kaybolmayacak ünvanmış gibi…
O yüzden olsa gerek, ne adam gibi ayrılabiliyor âşıklar, ne siyaset kavgaları bayağılıktan kurtarabiliyor, ne de kavgalar pusu zihniyetinden düelloya geçebiliyor. Ne de kendine köşe yazarı dedirten, iki kelimeyi bir araya getirmekten aciz, üçüncüyü komşudan ödünç isteyen müsveddeler gerçekleri yazabiliyor bu şehirde.
Hadi, bir özeleştiride bulunayım, ben dahi bunu tam anlamıyla yerine getirebiliyor muyum, bu konuda kendime güvendiğimi, kefil olduğumu söyleyemem.
Çünkü, sistem önünüzü tıkıyor, bir el, bir güç, yazmanıza, çizmenize, konuşmanıza mani oluyor, balta vuruyor, tekerinize çomak sokarak, ekmeğinizle oynuyor.
Direkt veya endirekt… Fak etmiyor. Sistem gereği diyerek.
Bu meselede son sözü söyleyecek olursam, bazıları neredeyse onursuzluğunu madalya olarak taşıyor yakasında.
Eeeeee, ne de olsa madalyalı şehrin çocuğu, o kadar da olsun yani!