İnternetten indirilmiş kıssa’dan hisse’leri, dini fıkraları, darbı-ı meselleri köşe yazısı diye yutturma alışkanlığımız yok bizim. Kolaycılığa ve kopyacılığa geçit yok bizde.
Yukarıdaki başlıktaki yazıyı, Ayşe Sucu Hanımefendinin köşe yazısından esinlenerek yazıyorum. Bir ibret örneği, bir kıssa’dan hisse diyebileceğimiz, ders alınacak öykü. Belki de efsane, belki de gerçek, bilemem. Adaleti, hakkı, hukuku anlatması bakımından kayda değer bulduğum yazıyı sizlerle paylaşmakta sakınca görmedim.
Hz.Ömer’in halifelik makamında bulunduğu yıllar. Şam… Vali Sa’d Bin Ebi Vakkas bayındırlık çalışması yapıyor. Bir camiyi genişletmek için, etrafındaki arsaları kamulaştırarak bedellerini ödüyor. Arsa sahipleri, ‘hayra vesile olana hayrı yapan gibidir’ deyip rızalarıyla veriyorlar arsalarını. Bir de Yahudi var, arsası da bitişik camiye. Yahudi, vermem de vermem diyor, inatla… Fakat vali Vakkas arsaya el koyar. Bedelini de fazlasıyla öder. Sonuçta cami yapılacak. Yahudi çok kızar bu duruma, zulüm bu der.
Başvuracak mercii arar, bulur. Medine’ye yol alır, Hz.Ömer’e derdini anlatmaya… O adaletli Ömer’e… Sora sora bulur halifeyi. Mütevazı bir yerde, mütevazı bir kılıkta. Hz.Ömer dinler Yahudi’yi, dinler dinler, sonra bir deri parçasının üzerine iki kelam yazıverir. “Bilesin ki ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim.” Sonra da; “Bunu götür, valiye ver!” der.
*
Yahudi şaşkın, Şam’ın yolunu tutar. Tutara tutmasına da, elinde bir cümlelik deri parçası, karşısında, debdebeli, şaşalı bir Şam valisi. Her meyse… Yahudi valinin karşısına çıkar ve deri parçasını uzatır. Halifenin size mesajıdır, der. Vali mesajı okur okumaz adeta titrer, dizlerinin bağı çözülür. Yahudi yine şaşkın. Tekbir cümle, der. Nedir bizi bu kadar sarsan?
İlk Müslüman olanlardan Hz.Peygamber’in arkadaşı vali Ebi Vakkas anlatır:
Hz.Ömer ile Ebi Vakkas’ın arkadaşlıkları İslamiyet’ten öncesine dayanıyor. Yine bu yıllarda beraber ticaret yaparken, yanlarında 200 kadar deveyle İran tarafına giderler. Şehirde kalabalık bir çete, mallarına ve paralarına el koyar. Ne yapacaklarını bilemezken, eski bir han bulup sığınırlar. Han sahibi durumu dinler, adaletiyle ünlü Kral Nuşirevan’a gitmelerini tavsiye eder.
Ertesi günü Kral’ın huzuruna çıkarlar. Bir mütercim (tercüman) aracı olur, konuşurlar. Kral ellerine birer kese altın tutuşturup, evlerine dönmelerini salık verir. Ne olduğunu anlamadan tekrar hana dönerler.
Hancı şaşırır, bu işte bir iş var, bir de beraber gidelim, ben tercüman olayım, der. Hancı haklı çıkar. Kral Nuşirevan duyduklarına şaşırır, sinirlenir, bir önceki mütercimi çağırarak sorgular. Hz.Ömer ve Ebi Vakkas’a bolca altın ve çalınan develerini verir. Yalnız der, yarın şehirden giderken, biriniz güneş, diğeriniz ay kapısından açıksın. Hz. Ömer ile Ebi Vakkas farklı kapılardan çıkmanın mantığını anlamasalar da, Kral’ın dediğini yaparlar.
Ebi Vakkas’ın çıktığı ay kapısında halk toplanmış, iki adam darağacında sallanıyor, hemen çevirip halktan birisine sorarlar; idam edilenlerden biri Kral Nuşirevan’ın büyük oğlu, öz oğlu, diğeri de veziri. Suçları çete kurup, şehre gelen iki Arap’ı soymak.
Hz.Ömer’in çıktığı güneş kapısında ise, anlatılanları yanlış tercüme edip, Kralın oğlunu savunmaya çalışan mütercim, o da idam edilmiş.
*
Bunun üzerine Ebi Vakkas, “Ömer, ‘Ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim’ derken bana adalet için oğluna idam eden birini hatırlattı. Ve adaleti için Nuşirevan kadar fedakâr olabileceğini…”
Ebi Vakkas’ı titreten Hz.Ömer’in korkusu muydu, yoksa adalet kavramının yüceliği miydi bilinmez, bugün İslam’ı ağızlarından düşürmeyenlerin içinde, Selahaddin Eyyubi misali; “Ben İslam için titrerim!” diyen var mıdır, onun cevabını da siz düşünün.
En çok da İslam’ı temsil ettiğini söyleyen, ancak darbeden yana olanlara (Sisi ve Esad zalimlerine) maddi desteğini esirgemeyen ve bunu açık açık yapan Arap’lara sormak lazım.