Kişiler kadar şehirlerin, toplumun da birer ruhu, dili ve rengi mevcut. Önemli olan ayrıştırmadan, öteleştirmeden bütün renkleri aynı masa üstünde toplamak. Bu, bizi biz yapar, acıları bölüşmemize katkı sağlar, etnik kimlik ve din, parti gözetmeksizin kenetlenmemizi sağlar.
Kişilerin kendi kırmızı çizgileri yanında, şehirlerin de geçmişe imzasını atmış kırmızı çizgileri, yazılmış veya basılmamış hikayeleri, kendi doğruları varken, gelin biraz da bazı gerçeklerin gün yüzüne çıkarılması adına şehir hikayelerinden de örnekler vererek, bu doğruları renkleri, dokuları ile birlikte masaya yatıralım.
*
Mesela her zaman söylenen, yazılan temel başlık; ‘Bu şehir sahipsiz, bu şehrin sahibi yok!’ mutabık mıyız, onaylıyor muyuz, bir kararda mıyız, kime sorsanız cevabı ‘evet’ olacaktır. Bu toplumun doğrularının başında geliyor. Ne siyasetçilerimizi seçebiliyoruz adam gibi ne başkanlarımızı. Gelin bu seçimi Gaziantep’e ihale edelim dediğiniz zaman da kıyamet kopuyor. ‘Vay, sen bana çapsız, ehliyetsiz, liyakatsiz mi demek istedin!’
Evet dedim, ne var! Gücüne mi gitti, kanına mı dokundu! Eh bütün toplumun bildiği bu doğruyu, bu gerçeği artık sen de görmüyorsan, farkında değilsen, bırakacaksın bu işleri, bırakacaksın hamasetle övünmeyi, bırakacaksın boş boğaz lafları.
Toplumun doğruları kişilerin doğruları ile örtüşüyorsa, aynı masa üstünde duruyorsa, daha fazla üste çıkmak için ısrarcı olmayacaksın. Eleştiriyoruz başkanlarını, seçtiklerimizi, meclise gönderdiklerimizi, ki arkalarından demediğimizi bırakmıyoruz, neredeyse darağacına çekeceğiz, fakat sandık önümüze geldiğinde, yine gidip tercihimizi o siyasi iradeden yana kullanıp, o veriyoruz. Dikkat isterim, parti ve isim söz konusu değil burada.
Çünkü doğru tek.
*
Şu su meselesi. Deprem oldu, hava soğuktu, yağmur vardı üstelik. İnsanlar aç ve açıkta…
Fakat kabul etmek gerek, depremin 3’üncü gününden bu yana, kimse aç kalmadı. Açıkta kalan çok oldu, hala da öyle, çadır cumhuriyet altını gibi, yok. Sayın vekiller ve siyasiler yok dese de, çadır ihtiyacı tamamen karşılanmış değil.
Ankara Büyükşehir Belediyesi dağıtınca, kıyamet koptu. Vay efendim nasıl dağıtır. Valla dağıttı bal gibi. Siz utanın!
Birçok marka ve firmalar eleştiri potasına girdi. Girdi çünkü vatandaş bir yandan acılarını içine atarken, sevdikleri, yakınları, birikimleri, hatıraları ve hayalleri toprak altında kalmışken, Y ve Z marka@firmaları da hedef tahtasına konuldu. Vatandaş açısından doğru muydu, haklılar mıydı, sonuna ve dibine kadar.
Evet, haklılardı.
Lakin idama gidenin bile son arzusunu sorarlardı, o da şuydu, kent merkezindeki imalathaneleri dahil bütün şubeleri enkaz altında kaldı, ağır hasarlı iken, üstelik çalışanları hayatını kaybetmişken, maddi-manevi kayıpları büyük iken bir kazan çorba kaynatmadılar, bir kaşık bulgur pilavını vatandaştan esirgediler ve bir damla suya hasret bıraktılar gerçeği de kişilerin, ya da firmaların kendi gerçeklerindendi.
Savunmak için değil yazdıklarım, acılar katmerlenince, vatandaş her şeyi bekliyor ve hak ediyor.
*
Belediyeler sınıfta kaldı. Bu da toplumun bir başka doğrusu, gerçeği. Depremin ilk 2-3 günü… Her yer yıkılmış, enkaz altlarından feryatlar, imdat çığlıkları yükseliyor, ‘kurtarın, buradayım!’ diye, lakin Kızılay ve AFAD geç geliyor. Her zaman diyoruz, millet devletten yiğit çıkıyor, yaraları sarma, kurtarma, aç ve açıkta kalanları doyurma noktasında cesaretini, imkanını ortaya seriyor.
Belediyeler… Sınıfta kalmıştır. Bütün unsurlarıyla. Türkiye’nin dört bir yanından ekipler, yardımlar yağıyor şehre. Hayır kurumları, dernekler, vakıflar aşevleri kuruyor, arama kurtarma faaliyetlerine destek oluyorlar. Ki bu askerler de dahil. Allah razı olsun, devletten, milletten.
İktidar ve muhalefet parti belediyeleri şehre akın gediyorlar. Tırlar dolusu yardımlarla. En göze batan ve dikkatleri üzerine çeken, Ankara Büyükşehir Belediyesi geliyor tüm ekipmanı ile. 32 dönümlük alana Koordinasyon Merkezi kuruyor, vatandaşın her türlü ihtiyacını gideriyor, sürekli sahada ve her yerde. Fakat Büyükşehir Belediye Başkanımız, bir ulusal televizyon kanalına çıkıyor, ‘görmedim, duymadım, haberim yok!’ diyerek üç maymunu oynuyor. Milletin aklı ile dalga geçer gibi… Bu toplumun doğrusu.
Peki, büyükşehir Belediye Başkanı Hayrettin Güngör açısından bakarsanız olaya, ne diyor; “Geldiyse hoş geldi. Gelirken bir telefon açmalıydı, geçmiş olsun, yaraları beraber saralım demeliydi, neticede ben de bu şehrin belediye başkanıyım. Beni yok sayamazdı kimse!”
Ne denir, haklı mı, haklı. Ne demiş atalarımız, ‘davetsiz gelen döşşeksiz oturur!’
*
Bu doğrular ve yanlışlar meselesi çok su götürür. Rabbim ömrümüze zeval vermez ise devam ederiz.
Netice itibariyle, Rabbim bir daha böyle büyük felaketler yaşatmasın, acılar göstermesin. Rabbim, devlete ve millete zeval vermesin!
Ve korusun!