Kişiler ya merhametlidir, ya zalim. Kimisi karıncayı incitmekten çekinir, kul hakkı yemez, yetim malına dikkat eder, yalan yere yemin ederek günaha girmez, kimisi de yalanı su gibi söylediği biryana, yetim malına da ihanet eder, devlet malı deniz yemeyen keriz nasıl olsa, onu bile hamudu ile götürür, kul hakkı gözetmez, sonra da oturur benim merhametimi tartışır, masaya yatırır, bir de sorar; “Sen ne kadar merhametlisin!”
Benim merhametimden sana ne, kime ne?
Önce, benim paramla altına çekilen makam aracının maliyetini söyle, hangi hak ve adalet ölçüleri içerisinde aldırdın da biniyorsun, sonra benim merhamete duygularımı kantara çek.
Beni yüreğim tahmin edemediğin kadar okka çeker de, senin merhamet duygularının oranı yüzde kaç acaba?
Sonra, sana mı kaldı benim merhametinin ölçüsünü tartışmak?
Kimsin?
Bağdat müftüsü mü, diyanet işleri başkanı mısın da, inançları, manevi duyguları ulu orta sergiliyorsun?
*
Merhametli olmanın ölçüsü nedir, kriteri ne?
Bunu tayin edecek bir vicdana terazisi üretildi de bizim mi haberimiz, bilgimiz olmadı?
Ben kendi hayrımdan, ya da şerrimden sorumluyum.
Hesabını da veririm.
Ama sana değil.
Çünkü sen, benim kantarım, terazim değilsin. Merhamet ağacı bende bitse de, bırak da bunun hazzını, manevi mutluluğunu ben yaşayayım.
Sen karışma, burnunu sokma!
*
Verdiğim zekâtların, fitrelerim beni ilgilendirir, beni bağlar. Malımın zekâtını veririm, o benim borcum da, aklımın zekâtı da var, lazımsa onu da sana verebilirim.
Benim, senin veya her kim ise, herkesin merhameti, mezalimi, hayır-hasenadı kendisini bağlar.
Bu meselede kimse yargıç değil.
Teraziye koyacak bakkal Ahmet efendi de değil.
Verilecekse, ki var, tek hesabı Allah’adır herkesin.
Sen benim merhametimi bırak da, şu araba ile nerelere gidiyorsun, bunu yaparken de hangi merhamet ölçeklerini, kriterlerini ortaya koyuyorsun.
Aynı soruyu ben sana soruyorum; sen ne kadar merhametlisin?